aslı astarı – Biraz ben!
Bence insanlar üçe ayrılıyor. Şanssız insanlar; yanlış şehirde doğup, doğru şehrini hiç bulamayan ve yaşamları orada son bulanlar. Şanslı diyebileceğim grup; doğru şehir de doğup, neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlamadan, yaşamlarını o şehir de bitirenler. En şanslı grupsa; doğru şehir de doğmadığını anlayıp, o şehri arayıp bulanlar. Sonrasında da tüm imkansızlıkları aşıp, bulduğu şehri memleketi belleyip, orada yaşayanlar. Onlar artık oralıdır. Nereli olduğunu sorana, ağzından kaçırı verir, doğduğu değil de bulduğu şehri. İşte ben, o çok şanslılardanım. Hep biliyordum doğru şehre ait olmadığımı. Daha çocuktum ama ilk tanıştığımız da anladım. Ben İstanbul’a İstanbul bana aitti. Yaşamayı da nasip etti Allah’ım. Niyetim her zerresini hissederek, burada yaşamaya devam etmek tabi ki.
Peki siz benim gibi İstanbul’u mesken edenler, ara ara düşündünüz mü? Şehirlerin de ruhları olduğunu ve biraz da oraya ait hissettikten sonra o şehre benzediğimizi. O aşık olduğunuz biraz da benzediğiniz şehri, hissederek yaşayıp, kıymetini biliyor musunuz?
Mesela, siz Dünya’nın en küçük denizlerinden birini geçiyorken, camları sonuna kadar açıp, iki kıtanın birbirine karışmış kokusunu içinize çekmediniz mi? O iki büyük kıtayı birbirine sizin bağladığınızı, ruhunuzun en derinlerin de hissedip, biraz da gururla ceddinize bi selam göndermediniz mi? Hiç. Ya da Dünya’nın en büyük kubbelerinden birinin içine girip, AYASOFYA’da dua etmek bize nasip olduğu için minnetle şükür etmediniz mi? TAKSİM e gidip, tranvayın sesini duyup, bi çocuk gibi binmek için heyecanlanmadınız mı? Tarih boyunca çok kez istilalar yaşayan ÜSKÜDAR’a şöyle ÇAMLICA tepelerinden bakıp, vapur iskelesine indiğinizde, siz de son vapuru kaçırmamalıyım diye telaşlanmadınız mı? GALATA KULESİ’nden KIZ KULESİ’ne bakıyorken onların kavuşamadan biten aşk hikayesi aklınıza gelmedi mi? Sizin de kavuşamadıkları için içiniz acımadı mı?
AŞİYAN tepelerinden bakarken aklınıza bir Tevfik Fikret şiiri gelip de dilinize dolanmadı mı?
Ey zulümler sâhası… Evet, ey parlak alan,
Ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha!
Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan,
Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kraliçesi…
KUZGUNCUK’da kahvenizi yudumlarken arkadan gelen hazzan, çan sesinin ardından duyduğunuz ezan sesi, sizi de geçmişten gelen hoş görünün çatısı altına almadı mı? BAĞDAT caddesine gidip de şimdi ki kalabalığın için de bi an gözlerinizi kapatıp, Bağdat seferine uğurlanan padişahları, bir de siz uğurlamadınız mı? 4. Murat’ın şehzadesi Mehmet doğunca, yedi gece yanan kandillerin KANDİLLİ de yandığını öğrendiğiniz de orada ki ışıklar, size de daha etkileyici görünmedi mi? EYÜP de sabah ezanını duyup, tüyleriniz diken diken olmadı mı? Az şekerli kahvenizi PİERRE LOTİ de içerken, hafif bi tebessüm etmediniz mi? Batan Güneş’e.
Bahar da bir hafta sonu, ADALAR’a yol alıp trafik sesinin, fayton atlarının nal sesine dönüştüğü nokta da orada yaşamak için niyet etmediniz mi? Siz de. TARABYA’ dan sonra ki virajı alıp SARIYER’i ilk gördüğünüz nokta da burnunuza Karadeniz kokusu gelip de bir Karadeniz türküsü söylemediniz mi?
Sizi bilmem de ‘’ben söyledim’’
Devam ettim…
ARNAVUTKÖY’den BEBEK’e yürürken karşının titreyen ışıklarını izleyip, Kanuni Sultan Süleyman’ın şehzadesinin adını alan CiHANGİR’i turlayıp, HAYDAR PAŞA’dan tren çığlığıyla veda edip, SULUKULE’de inceden gelen müziğe, ritim uydurmaya çalışıp, BALAT’da evinin penceresinde ki o çocuğa gülümseyip, BEŞİKTAŞ’ın kalabalığında kaybolup, doyamadan gezinip öğrendiğim, Makkarı Saltanat’ım, Dersaadetim, İstanbul’um…
Biliyorum, ben biraz İSTANBUL’um. Hissediyorum İSTANBUL’da artık biraz ben!
Not: Aslı astarı, ilk kez beş yaşında babasının omuzların da gördü ve aşık oldu…
3